Geçen günlerde bir cumartesi sabahı, akıldışı bir mutlulukla uyandım.

      Günahlarını bağışlatmış bir ruh gibi hafiftim. Galiba ruhum hayatımdaki en büyülü rastlantıyı o gün yaşayacağını anlamıştı. Doğru söylüyorum, hayatımın en unutulmaz günü olan bu çok özel gün, bir zamanlar çok sevdiğim biriyle aramızdaki, mutlu, sevimli bir yakınlığın sessiz çağrışımlarıyla doluydu. O kadar canlı, o kadar ateşli olan heyecanlarım durulmuş, tabiatıma musallat olan şeytanlar zincire vurulmuş ve ruhumun boşluklarına saadet ışınları dolmuştu.     
     Vakit öğleye yaklaşmadan, sabahın nurlu melteminde dışarıda olmak istiyordum. Gözlerim tıpkı cennetkuşlarının tüyleri gibi yalnız tatlı renkler görmek, bol güneşli bir havada, sihirli ışıklarla kamaşmak istiyordu. Gerçekten ben bu kadar çok mesut olduğumu, delikanlılığımdan beri anımsamıyordum. Annem evin içinde sessiz sedasız dolaşıyordu. Kalbimin yumuşaklığı yüzünden, penceremde gittikçe alçalan güneşi görür görmez kendimi yataktan dışarı attım ve yaşlı kadını öperek, bir arkadaşımla randevum olduğunu söyledim. Ümitlerimle, hayallerimle baş başa kalıp yürümek, sabah tazeliğini teneffüs etmek için, nasıl da acele ediyordum! 
     Beş dakika sonra, sokağın önündeki büfeden sosisli sandviç aldım ve dalgın dalgın gazetelere göz gezdirdim. Burcumun günlük falında, “Bu gün her şey için yeni bir başlangıç olabilir sizin hayatınızda,” diyen bir satır vardı. Kaç aydır, o kadar garip tesadüflerin ve birbirine zıt şeylerin pençesindeydim ki, hayatın, benim için mantığının ne olduğunu merak ediyordum. Aslında, merak demeyelim de, ne bileyim, hayatı, bir müzik parçası gibi, kendi içimden dinlemek istiyordum diyelim; çünkü artık mantık sözcüğü bile bana mantıksız görünüyordu.  
     Dedim ya, şehir mutlu bir sabah güneşi içinde parlıyordu ve bu parlaklıkta, arzuladığım hayaller, istediğim gibi kafamda canlanıveriyordu. Hayatın vücudunda saklı, yenilmez bir durgunluğa dikkat ediyordum. Sayısız tüy parçaları, güneşin şuaları içinde ağır ağır dönerek, önümdeki kaldırıma düşüyordu.
     Birden son haftalardaki rüyalarımı anımsadım. Evet, çok günler, evimde yalnız olduğum gecelerde, rüyalarımda alabildiğine geniş, hani şu kimi yağlı boya resimlerdeki gibi, Hint sarısı tarlalar görüyordum. O zaman rüyada bile olsam, bütün varlığım adeta ilahi bir sihrin etkisinde kalarak, titreyip eriyordum.
     Doğrusu, bu rüya bir resim gibi donuk mu yahut hareketli bir görüntü mü karar veremiyordum ama bahsettiğim tarlada genç bir kız, narin bir başak gibi tam orta yerde durmuş, kollarını iki yana iyice açmış bir halde beni bekliyordu… Kendi parıltısı, tıpkı küçük bir güneş gibi her istikâmete, sabahın aydınlığı kadar bol ışıklar serpiyordu. Öyle bir güneş ki, anadan doğma körler bile onu görmeksizin, onun, şefkat gibi ruhu saran ışıklarına vurulurlar. Ben de, “İşte bu!” diyordum; “Aşk bu! Nihayet bu aşk denen şey, ışıklarını bana da gönderdi. Küçük bir güneş ama ne parlak ışıkları var!” 
     Sonra bir keresinde, kalbime, ölüme kadar arkasından gitmek arzusu veren bu güneşe doğru koştum fakat o benden kaçıyordu. Derken, birdenbire dönüp bana yüzünü gösterdi: Dudakları hüzünle kıvrılmış ve bunlar ayrıca, bir kan pıhtısıyla çerçevelenmiş bir haldeydi! Tarlasından çıktı ve bir mabedin yıkılan sütunları dibinde, adeta tütsü dumanları gibi uçup kayboldu. İşte o vakit sonsuz bir korku ruhumu ele geçirdi. O gün sadece yatağımdayken değil, uzun gündüz saatlerinde dahi bundan kurtulamadım. Neydi tüm bunların anlamı? 
     Sonraki günler gene eskisi gibi akmaya başladı. Başka rüya görmedim. Böyle başka sabahlarda başka birinin ruhuna bürünmüş gibi, başka bir güne uyandığımda, yine her şeyin mubah olduğu, çılgın ve kaygısız bir dünyada buluyordum kendimi. Ruhum kaybolmuş gibiydi, her şeye takılıyordum. Örneğin insanların, sanki bulaşıcı bir ruh hastalığı gibi, aşırı ölçüde basmakalıp sözcüklerle meydana vurdukları, ucuz aşk tariflerini anlamıyordum. Çünkü herkesin yararlandığı bir nesne gibi, herkesin kullandığı sözcükleri kullanmak, tıpkı bir makine gibi hareket etmektir. Kuşkusuz ki ruhunu kaybetmiş olan bir insan, en hisli olması gereken yerlerde bile, ağzına bir düzine basmakalıp kelime alıp bunları çiğnemeye, sonra da tükürerek fırlatmaya devam eder! Bu gibi aşıkların benim nazarımda hiçbir değeri yoktu! Daima aynı kelimeler kullanılarak ifade edilen, toplumun yoksul ve muğlâk dilinde söylene söylene aşınmış, pörsümüş bir aşk da, bana göre değildi. Ben öyle aşkı ve kutsiyeti ihlal edici bir dili, hiç bilmek ve öğrenmek istemiyor, rüyamdaki güneşin aşkını istiyordum. 
     Çünkü sevgili okuyucum aşk varsa eğer, o daha çok, toz kadar belirsiz bir kıvılcımla, istemeden harekete geçer, bazen de sessiz bir sevinçle belli ederdi kendini. Bu güzel aşkı, rüyalarım bana tastamam anlatmıştı. Amma her ne suretle olursa olsun, aşk, ruhların gayri maddi ve ebedi birleşmesinden doğmalı, fiziksel benlik, ruhsal benliğe teslim olmaya hazır olmalıydı. Demek istediğim, siz ne düşünürsünüz bilmem ama bana göre aşkın dillendirilmesi onu öldürüyordu işte. Aşkı hiçbir söz söylemeden bütün tabiat, varlığın bütün zerreleri dillendirmeli, aşk iradenin emrine girmemeliydi; girerse bunun adı aşk olmazdı. 
     Biraz daha açacak olursam, insan âşık olduğunda kendini rüzgâr önündeki kuru bir yaprak gibi sürüklenirken bulmalı, aşkın karşısında düşünce durmalı ve her şey hafif ve ürpertili bir sezgiye bırakmalıydı kendini. Çünkü ancak böyle olursa insan, birbirine dokunmadan da aşkını yaşayabilirdi. 
     Böyle böyle, şöyle bir kanaate vardım: “Öyleyse çevremdeki gençlerin genç kalplerinde duydukları, genç bedenlerinde duyduklarıyla sınırlı; onlar heveslerini, düşkünlüklerini, doymazlıklarını ve nihayet ihtiraslarını aşk sanıyorlar. Ve bu halleriyle, elleri bir piyanoya hiç yatmadığı halde, müzisyen olmaya çabalayan fakat kepaze olmaktan kurtulamayan, beceriksiz sanat âşıklarını andırıyorlar.” 
     Evet, sevgili okuyucularım beni ayıplamayın ne olur, böyle düşünüyorum işte; karşıma çıkan gençleri, her gün üstünde yürüdüğüm kaldırım gibi dümdüz ve basbayağı görüyorum ama sonra kendimi de suçlamaktan kurtulamıyorum. 
     Derken bahsettiğim o mutlu sabahta, onunla, rüyalarımdaki güneşle bir mucize gibi karşılaşıverdim. Çarşı caddesindeki Seher Pastanesi’ne geçip oturduk. Oraya ilk defa gelmiyordum ama orada her şeyi ilk defa görüyormuş gibiydim. Bir aralık, bilmem hangi şeytan dürttü beni, karşı masadaki âşıkların birbirine durmadan “Canım, aşkım” tarzında hitap etmelerine bakarak:
     “Ne hoş sesleniyorlar birbirlerine!“ dedim, “ne güzel aşkları var!” 
     Rüyalarımdaki güneş yüzüme iyice, dikkat ederek baktı, orada bir şeyler aradı sanki:
     ”Evet, ama aşkı güzel olan onu süslemeye çalışmaz…” dedi, “çünkü o zaten güzeldir fakat eğer çirkinse onu gizlemeye, süslemeye, abartmaya çalışır ki, altındaki belli olmasın…”
     Çok tabii, zarif bir şekilde söylemişti bunları; onda incelikle erdemin öyle gizemli bir buluşması vardı ki, bazen yağmurla kar gibi birbirine karışarak, beni nasıl da bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu! Öte yandan gene bu esnada, karşı masalarda oturan bir delikanlının, yanındaki çok güzel bir kıza rağmen, sevgili güneşime hayranlıkla baktığını fark ediyor ama üzerinde durmuyordum. Çünkü güneşim rüyalarımdaki gibi benimle, ama sadece benimleydi.
     ”Haklısın,” dedim ona, “birbirlerinin bencilce hoşuna gitmekten öte, başkaca hiç bir kıymeti olmayan basit söylevler bunlar.”