Birlikte yağmura yakalandığımız bir günü, beni çok mutlu eden o sihirli anlara dair notlarını geçenlerde dairende buldum ve buraya almadan geçemeyeceğim.Bak neler kaydetmişsin:
“Yarım saat kadar apartman girişinde mahsur kaldıktan sonra, baktık ki yağmur dinmeyecek, hatta belki daha da artacak, yeniden dışarı çıkmak zorunlu oldu. Gene nereye olduğunu bilmeden, (ya da sadece ben öyle sanıyordum) o önde ben de arkasında, adeta koşar adımlarla ilerlemeye başladık. Yağmur nedeniyle erkenden evlerine çekilen insanlardan boşalan sokakta, soluk lambalar altında, ileri geri yürüyen ıslak sokak hayvanlarından başka, görünürlerde bir canlı yoktu. Bir süre sonra yağmurun şiddeti görüşümüzü engellemeye başlayınca, genç kız yavaşladı ve yanıma doğru geldi. Belki birbirimizi kaybederiz endişesiyle, ya da bir içgüdüyle koluma girdi. Onunla ayla güneş birleşmiş gibi kol kola, onun gösterdiği yoldan gitmek! Bu, onunla beklenmedik bir şekilde göz göze gelmek, hatta ondan bile daha güzel bir saadetti!
Genç kız su birikintilerine basmamak için Arnavut kaldırımlı yolda, nazlı bir ceylan gibi sıçrayarak ilerlerken, ben de adeta kendi kalbimin üstünde yürüyor, hayat merdivenimdeki değişmeleri seyrediyor gibiydim! Her adımda sanki bu adımlara heyecan verici bir süreklilik etkisi katan bir hafiflik, bir sürükleniş vardı. Hayatımın çok basamaklı mabedine tırmanıyor, bir şimşek parlayışı halinde, başımın içinde görüntüler canlanıyordu. Hastaneye yakın küçük küçük dükkânların sıralandığı, eczaneler bölgesine gelmiştik. Bazen geç kalmış bir bakkalın gürültüyle kapanan kepengi, bazen akşamın tembel buğuları içinde, soluk lambalardan genç kızın yüzüne vuran ışık, bazen de birbirimize iyice sokularak, vücutlarımızın ılıklığını duymaya çalışırken, şuradan buradan karşımıza çıkan karanlık ağaçlar, bunlar, hepsi, uyuntulu sallanışlarıyla, bana unutuşa yol veren bir yığın şeyi açıklayacak gibiydi!
Kararmış hava, yağmurun da etkisiyle serinlemişti. Lakin kızın çıplak kolunun, hararetinden hiçbir şey kaybetmediğini, yumuşacık genç teninin, arada bir çıplak kolumu tatlı tatlı okşamasından anlıyordum. Ondan bir membadan dökülür gibi dökülen tükenmez şefkat damlaları, bütün varlığıma işliyor ve artık hiçbir endişe ve korku duymuyordum. Her köşe başından önümüze çıkan kavaklar bile, uzun bir hayalete benzeyen gölgeleriyle, artık bana daha sevimli görünüyordu. Şimdi bu gölgeler, sanki kayalar içinde eski zamanlarda yaşamış olan hayvanların ayak izleri gibi, bizi hep takip ediyor, ıslak taşların üstünde sürünen kendi gölgelerimizle karışarak, yerle gök arasında bir zaman dalgalanıp, bu gün yalnız müzelerde iskeletleri görülen korkunç canavarlara benziyorlardı. Ama hiç birinden korkmuyordum. Çünkü eski devirler beni kendine çekmiş, bakışım içe dönmüştü, belleğimde anlamını hiç çıkaramadığım karmakarışık sahneler oynuyordu; bunlar bazen birbirinin üstüne biniyor, oyunun mantığını iyice karıştırıyordu.
Hastane yokuşunun ortasına kadar böylece geldik. Önümüzde, karanlığın içindeki kıvrımlı yokuş, bir hayalet gibi esrarla dolu, gene yukarı doğru uzanıyordu. Bu dik yokuş boyunca küçük, mütevazı, renksiz evler ve derme çatma dükkânlarla sıralı Yedi Aralık Sokağı’na yaklaşıyorduk. Genç kız başını yüzüme doğru bir nefes kadar yaklaştırdı ve bu sırada onunla, o hayallerle dolu ruhuyla göz göze geldik. Bu gözlerde şefkatli bir içgüdü vardı ki bana, daha ileri gitmememizi ihtar ediyordu. Fakat aynı zamanda da çılgın mutlulukların yaşandığı bir eğlence yeri gibi, ruhumu durmaksızın kendi ruhuna çekerek, duygusal bir yücelmişlikle bakıyordu. Herhalde bir şeyler söylemeye çabalıyordu ama yağmuru üzerimize doğru süren çılgın rüzgârın uğultusu arasında, bu sözlerin ancak pek az bir kısmını anlayabiliyordum. Nihayet, gürültüsüz ve yıldırımsız şimşekler yüzünde bir an ışıldayıverince anladım ki bana, Bahar Apartmanı’na artık çok yakın olduğumuzu, kuzenim Yağmur’un da zaten bir yakın akrabasında kaldığını, oraya sığınmaktan başka bir çaremiz kalmadığını anlatmaya uğraşıyormuş. Gene bir saniye içinde göz göze geldik. Eriyen karların nefis kokusunu taşıyan yumuşak rüzgâr, olağanüstü bir melodi gibi kulaklarımda çınlıyordu. Teklifinin yaptığı etkiyi anlamak için başını hemen çekmedi ve yüzüme çok yakından bakmaya devam etti. Belki biraz da utanmıştı.
Düşünür gibi yaparak, gerçekten de biraz düşündüm. Karşı karşıya bulunduğumuz meseleyi makul bir ışıkta değerlendirdim. Dedim ki: “O binayı seviyorum. Ama yıkım kararı çıkmış bir apartmana girmek çok riskli değil mi?”
Lakin kız hiç korkmadan dairesinde yaşamaya devam ediyordu ve onun korkmadığından, ben neden korkacaktım ki! Oysa hala bir direnç vardı içimde. Tekrardan yürümeye başladık. Önce birbirimize bakarak, sonra arada bir başımızı kaldırıp yağmura bakarak… Hatta bir aralık koşar adım ilerliyorduk ki, genç kız bir an dengesini yitirip düşecek gibi oldu; onu kolundan tutarak düşmekten kurtardım. Gözlerimin içine bakıp:
“Bir kere daha beni böyle tutmuştun…” dedi.
Demek Allah bana yardım ediyordu. Peki ama neye karar vermeli? Ne yapmalıydım? Kafamda, kır gezisindeki yakın hatıra parçaları canlanmıştı. Kendisi de sanki tereddüdümün sebebini anlamak istiyor, bunu önce sezgisiyle bulup çıkarmaya uğraşıyordu. Gene de:
“Yoksa başka bir fikrin mi var?” diye sordu. Sesinde kişiliğini daha belirgin ve kararlı kılan, kendinden emin bir ton vardı; aynı zamanda samimi, canını verecekmiş gibi samimi bir bakışla bakıyordu. O zaman içimde ıstırap veren bir darlık hissettim. Tüveycinden yeni kurtulmuş bir çiçek gibi, tazecik gözleriyle gözlerimi takip ediyor ve safiyane, vereceğim karşılığı bekliyordu. Sanki onca, vereceğim bu karşılığın, çok büyük bir önemi vardı.
“Olur,” dedim birdenbire, “Gerçekten de başka çaremiz yok zaten.”
Sonraları defalarca, şifa kabul etmez bir hüznü yenmeye uğraşırken, hep o anı düşündüm ve “iyi ki hayır demedim,” diye söylendim. Çünkü artık ölmüş bir sevgi çok büyük acılar doğuruyordu. “