“Sana, gizlice ve umutsuzca âşıktım ve hemen her gün, ikimizin birlikte olduğu, nice hayaller kuruyordum.”
Doğrusu, tüm bunlar bir hayal, yalnız bir hayal idiler. Benim yüreğimde geçiyorlardı. Ancak onları bütün kalbimle düşünüyordum. Zamanla hayallerim, aşkının ciltli bir romanı gibi, kafamda öyle genişledi, hadiseleri öyle büyüdü ki, düşlediğim kitabın kahramanı olmaktan kurtulamadım. Bununla birlikte yerleştiğim vaziyet içinde nasıl bir duyguda kalmam gerektiğini bilmiyordum. Yaşadığım hisleri izahta belki güçlük çekiyorum ama benim bunu becerememekliliğim, onları yaşamadığım anlamına gelmez. Sanki haberim bile olmadan senin eski hayatın hayatımdan geçiyor, mazin, içimde iyice yerleşiyordu. Hem öyle yerleşiyordu ki ara sıra gecenin ortasında, birdenbire seni düşünerek uyanırdım. Kuşkusuz mektupların da hayallerimde bana eşlik ediyor, kitaplarının kenarına kaydettiğin notlar bazen seni, bazen de sevgili küçük güneşini, adeta yanı başımda gibi hissettiriyordu.
Niçin? Evet niçin? Bu niçinlerin sebebini yakında söyleyeceğim, biraz sabredin, az kaldı. Belki sana hepsi saçma gelecektir ama o günlerde benim, yalnız bir düşünce içimde sapasağlam duruyordu: Evet, ablamın sana, benim hiçbir zaman olamayacağım kadar yakın durduğunu, şimdi ölü bile olsa, daima kalbinde yer ettiğini düşünüyordum… Demek, o sana gerekliydi! Ölmüş olsa bile hala gerekliydi…
Buna bir hayranlık mı, yoksa kıskançlık mı demeliyim, bilmiyorum. Evet, bilmiyordum ama bu aşk, ikinizin aşkı, kalbimi büyülüyor ve bazen onu öyle hızlı çarptırıyordu ki, aklım perişan oluyordu. İşte o günlerde bana aklı karışık, hayalci bir kız demeleri bundan dolayı idi.
Oysa çok garip: Ben artık aynada, hoşuma gitmeyen çehremi beğenmeye başlamıştım. Gitgide güzelleşiyor, fıstık gibi bir şey oluyordum. Çünkü yaşım büyüdükçe basbayağı ablama benziyordum. Benim bu kadar güzel oluşuma, çevremdekilerde adamakıllı hayranlık duyuyordu. Kuşkusuz ki biçimli endamımı, albenili hallerimi hep o asil kıza, ablama borçluyum. Bundan dolayı hayallerimde, her günkü düşlerimde, sahneye bazen ablam, bazen de bizzat kendim çıkmaya başladım.
Saklamadan söylüyorum artık: Sana, gizlice ve umutsuzca âşıktım ve hemen her gün, ikimizin birlikte olduğu, nice hayaller kuruyordum. O günlerde bütün gücümle kafamda canlandırmaya çalıştığım büyük aşkınız ve benim çılgın hayallerim, sadece çehremi değil, yaşadığım sokakları, kaldırımları, etrafımdaki her şeyi ama her şeyi değiştirmişti. Ayrıca ılık bir rehavet içinde, seninle on iki yaşımdan beri böylece, ölçüsüz ve sonsuz bir surette meşgul olmak, benim kendi derin kişiliğimi de gözlerimin önüne koydu. Sonra bu durum bana hayat ve insanlar hakkında, neler neler, ne düşsel kanaatler vermedi!
Bazen şöyle düşünüyordum: Mesela sen onu sevecek ve kalbine koyacak yerde, diğer kızlara yaptığın gibi, yenmek ve denemek ihtirasıyla yansaydın, ablam da seni öylesine, canını verecek kadar sever miydi acaba?
Evet, daha böyle neler neler… Sonraları bir şey daha fark ettim ki, -tabi bunu fark etmek bana epey pahalıya mal oldu,- etrafımdaki birçok kimseler normal olmadığımı düşünüp benimle dalga geçiyorlarmış! Özellikle sizin akraba çevresi, o ruhsuz insan kalabalığı, beni basbayağı makaraya almışlar; içlerinden halimi tavrımı ayıplamayan kalmamıştı. Gerçekten bir gün bizzat şahit oldum ki, küçük teyzen beni görünce, yanındaki bir kadına dönüp fısıltıyla: ‘Bu kız hayalci, normal değil, hayal âleminde yaşıyor sürekli olarak’, dedi, ‘Bir de durmadan aşk romanları okuyormuş, demek ki ondan fingirdekliğin, aşüfteliğin her türlüsünü beklemek gerek!’
Ah! Hâlbuki ben onlar gibi ‘normal’ olmaktansa, hiç olmamayı diliyordum. İzzeti nefsime serpilen bu zalim damlalar elbet kalbimi incitti, incitmedi değil. Lakin bu gün iyice anlıyorum ki, o tip kimseler farkında bile olmadan, bana bir iyilikte de bulunmuşlar. Çünkü bu bayağı kalplerin iğrençliklerine tanık oldukça, inadına, bir midye kabuğu gibi daha ziyade kendi içime çekildim. Daima kendimi, kendi içimi seyretmekten o kadar mutluydum ve orada, herkesten öğreneceğimden daha üstün, öyle şeyler öğreniyordum ki, bir daha o insanların arasına dönmedim. Artık ben de, onlarda olmayan yeni bir görüş, bir iç bakışı doğduğuna şüphe etmiyordum. Bu bakışla kavradığım pek basit meselelerden biri şuydu: Bir insan ömrünü neye vereceğine, ta çocukluğunda karar vermelidir. Bu karar, günün birinde solan, ümidini kaybeden ruhuna teselli verecektir. Eğer ben çocuk denecek yaşta hayatımı sana vakfetmemiş olsaydım, bu gün, böyle mesut ölemezdim. Ölen binlerce insan gibi sadece ölmüş olurdum. Oysa mektubumun başında da dediğim gibi, artık benim açımdan ölüm bir son değil, bir başlangıç adeta!