Neyse… Hikâyeme devam edeyim. Ben artık o apartmanda, çocuk yüzüme sevimli bir şefkatle baktığın ilk karşılaşmamızı düşünerek, her gün her saat, seni bekliyordum.

Yüzünü bir defa daha görmek, herhangi bir sokakta sana tekrar rast gelmek, kalbimin yegâne emeliydi. Bundan emindim, mutlaka bir gün gelecektin.

Kuşkusuz o günlerde yalnız teyzen, evet bir tek o melek kadın anlıyordu halimi. Zaten ondan sana dair her şeyi öğrenmiş, bir küçük papağan gibi durmadan dinlenmeden adını söylemeye başlamıştım. En ziyade eski bir albümde fotoğrafını gördüğümde heyecanlanır ve duygularımı saklayamazdım. Bunu fark eden kadın:

“Kızım, ağabeyin yakında gelecek inşallah,” derdi, “Geçenlerde seninle birlikte mektup yazdık ya!”

Yazıyorduk, yazıyorduk fakat sen bir türlü gelmiyordun. Mektup devri kapanmış olmasına rağmen daima yazıyorduk. Sonra bir gün geldin; lakin ancak teyzen öldüğünde… Böylece birbirimizle yeniden karşılaştık. Ben on sekiz, sen otuz sekiz olduğunda…

İçimde duran, hırsımsı bir şey beni uyuşturuyordu. Eğer ben, hiçbir işi doğru dürüst yapmamış olan ben, seni sevdiğim gibi, yüksek bir ruhsal enerji talep eden kalbi bir fiili, uzun seneler tam ve mükemmel surette yapmamış olsaydım, o gün gördüğün hırçın ve kavgacı kız olmazdım. Çünkü yumuşak bir yastığa sarılır gibi, her gün sarılıp uyuduğum düşlerin, bütün hayatımı doldurmuş olan hayallerin heykeli tam karşımda duruyordu! Evet durmuş bana bakıyordu fakat işte ne yazık ki beni görmüyordu! Teyzenin dediği gibi, nihayet ağabeyim gelmişti ama benim ağabeyim olarak gelmişti…

Kimseye kızmıyor, yalnız kendime kızıyordum. Lakin öfkem etrafa sıçrıyordu. O zaman önüme çıkan her kim olursa olsun hırpalamak, saçını başını yolmak, ağzını burnunu dağıtmak istiyordum. En ziyade, aramızdaki yirmi yaş farka rağmen seni dövmek emelindeydim. Çünkü benim çok fena çaldığım aşk türküsünü, kalkıp suratıma fırlatan bir adamdan, benim de bir intikam almam lazım idi. Bir kelime ile ne yapacağımı bilemez vaziyette idim. Eğer ki bütün bu içimde olanları keşfedebilseydin utancımdan ölürdüm. Çünkü seni tekrar gördüğümde, gözlerin, o hüzünlü bakışların, beni yeniden bir kamyon çarpmış gibi çarpmıştı! Hırçınlığımın sebebini sana anlatamıyordum. Öyle değil mi benim sevgili ağabeyim? Kalbine, geçen her günle beraber biraz daha yaklaşmış, seni özlemiş, beklemiş bir küçük kalbe, tutup orada, saçma sapan şeyler yüzünden, birdenbire hesap sormaya başlamadın mı? Ona, üstelik de kim olduğunu tanımadan “Bakar mısın çocuk! diye seslenmedin mi? Söylesene? Ben senin nazarında ne idim?

Ama şimdi anlıyorum ki teyzen, benim öz annem, ablamdan devraldığım emanet kalbi daha fazla zapt edemeyeceğini anlamış ve ölümüyle seni bana, beni de sana vermek, bizi birleştirmek istemişti. Çünkü onun cenazesi olmasa, sen bir daha mümkünü yok başkente ayak basmayacaktın.

Hayatımda dıştan bir değişiklik yoktu ama cenazeden sonraki günlerde karmakarışıktım. Bu sessiz sevgimin sonu neye varacaktı?

Böylece, her şey git gide çetinleşiyordu. Teyzenin annem olduğunu öğrenmiştim. Bu benim açımdan son derece süratli ve sarsıcı bir öğrenmeydi. O günlerde bir sabah, gerçekten artık başıma gelenlere tahammül edemedim ve hastalandım.

Sana doğum gününde hediye ettiğim romanda, Dolores Pala, ‘Kalp Daima Hatırlar’ derken, galiba yanılmış diye düşünüyordum; çünkü bunu bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Nihayetinde hayat benim için, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi, gene büyülü akmaya başlamıştı. O hayatın renkleri tıpkı gökkuşağı gibi rengârenkti... Uzun bir zaman da bozulmadı bu büyü. Artık sadece kitap aralarındaki notlarını, mektuplarını okumuyor, ablama ait kalbimdeki izleri de takip ediyor, onlar üzerinde yürüyordum. Bir zaman geçince, galiba sen de öyle yapmaya başladın; çünkü hafızan karanlıklara gömülse bile, kalbinin rehberliğiyle hareket edip, duygusal algılayıcıların ve ruhsal radarlarınla ilerlemeyi öğrendin. O zaman romancı Dolores Pala yanılmamış dedim. Böylelikle benimle nereye kadar gelebileceksin, merak ediyordum.

Gene bir akşam dairende ümitsizlik hallerimle baş başa, oturuyordum. Daima duvarda asılı olduğunu gördüğüm bir tablo, nedense o an bana değişik göründü. Bu tablo güzel bir genç kızı eski çağlardan kalma kıyafetler içinde gösteriyordu. Resmi indirip arkasına bakınca yazını hemen tanıdım. Oraya şu dizeleri karalamıştın:

“Öyle senden çok uzaklarda değilim, görmesini bilen gözlerin bakışındayım, belki sana senden daha yakın bir yerde, çarpan kalbinin her atışındayım…”

Apansız senin tablodaki kızı çok beğendiğini fark ettim ve onda kalbini şişiren hissin mahiyetini anlamak için harekete geçtim. Resmin tarzına, kıyafet ve saç biçimine bakarak Viktorya Dönemi’ne ait kitaplar karıştırmaya başladım. Kalbini o resimde heyecanlandıran şeyi mutlaka bulmalıydım. Acaba sade dış güzellik mi, yoksa bir mana güzelliği miydi? Kaybolmuş zamanlara, eski çağlara bir özlem miydi? Dünya lezzetlerinin bir hatırası mı, yoksa daha evvel yaşamış ve ölmüş, sonra tekrar dirilmiş birinin, gizemli eski hayatına kapıldığın esrarlı bir cazibe miydi bu? Neydi?