Dostum, tüm bunları, bütün bu küçük küçük şeyleri yazmaktan kendimi alamıyorum; çünkü senin, benim karakterimde meydana getirdiğin değişikliği, bende uyandırdığın duyguları, bütünüyle anlamanı istiyorum.

Askerliğini yaparken kullandığın dairen, epeydir tadilat görmediği için, bazı pencerelerin camları kırılmış, tahtaları çürüyüp bozulmuştu. Akşamları bu kırık camlardan püskürerek, bedenimi üşüten ayazla birlikte, ışıklarını tam odalara serpen uykulu bir ayın yardımıyla eşyaları inceliyordum. Beni orada bir gören yoktu, her şey sakin, ay ışığında sessiz ve huzurluydu. Bununla birlikte biliyorsun ki eşyaların geneli pek eski püskü şeylerdi ama galiba kalbimdeki şiiri kuran, onlardaki bu güzel yıpranmışlık, zamana karşı gösterdikleri yılmaz dirençti! Her yere gelişi güzel konmuş küçük küçük porselen biblolar, çeşitli tablolar ve sararmış yüzlerce kitap ciltlerinin arasında, ben, özellikle romanların en eski baskı olanlarını bulup karıştırıyordum. Çünkü senin antikalaşmış kitapları sevdiğini anlamıştım. Lakin bazıları o kadar yıpranmıştı ki sayfalarını açarken, yırtılacak diye ödüm kopuyor, yaprakları, tıpkı bir sigarayı tutar gibi hafifçe, iki parmağımın arasında sıkıştırıp çeviriyordum. Bu sararmış sayfaların kenarına tıpkı günlük tutar gibi, kendi hayatından parçalar kaydettiğini görünce, nasıl sevindiğimi bilemezsin! Çocukluk senelerini, ablamla geçen günlerini, kısaca hayatının bazı sivrilmiş hadiselerini, deyimim yerindeyse adeta bir roman yazar gibi, hatıratın halinde kaydetmiştin. Gerçekten onlar bana bir şefkat gibi sıcak, pek mahrem şeyler söylüyorlardı. Hepsini tek tek okuyup hatmettikten sonra, ruhumda bir eski roman hastalığı baş göstermiş oldu. Orada durmuş ıslak rüzgârlar pencere camlarını döverken, anılarınızın külünü eşeliyor ve aşkınızın huzurunda, kendimden, kendi aşkımın zavallılığından nasıl da utanç duyuyordum!

Hele ki bir romancı dostuna gönderdiğin mektuplar ve onun sana verdiği karşılıklar, satır aralarından dökülen korkuların… Bunların hepsi, hepsi ama hepsi, havai bir ömrün dağıtıp savurduğu, parçalayıp yok ettiği eski çocukluk saadetlerini haykırıyordu. Bazen, ”Keşke,” diyordum, “benim de böyle yazışacağım bir romancı dostum olsaydı! Yahut, keşke ben o romancının sevdiği kız olsaydım!”

Bazı defalar gecenin ilerlemiş saatlerinde okumaktan yorgun düşer, dördüncü kattaki sevgili dairenin yarı kapalı perdeleri arkasından, alnımı cama dayayıp dışarı bakardım. Düşünüyordum. Çünkü aslında orada geçirdiğim uzun okuma saatleri boyunca ben hep yaralı, can çekişen bir adamla karşılaşmıştım. Zavallı siz ve zavallı sevgili güneşiniz! Sizin küçük sevgili güneşiniz! Fark ediyor musun, böyle düşününce sana daima siz diyor, yazık ki “sevgilim” demeye dilim varmıyor; çünkü ben onsuz senin için var olabilir miydim, hala bilmiyorum. Demek istiyorum ki, sade ablama olan benzerliğimle, sadece sana ait bir sevgili olabilir miydim, emin değilim. Çünkü ablamda öyle bir kalp varmış ki, tıpkı hakiki bir güneş gibi, ikimizin de üzerinde, hala, bütün gücüyle parlamaya devam ediyor!

Birkaç sene de böyle geçti. Bir öğle sonuydu; alnımı, senin üstünde uyuduğun kanepenin yumuşak koluna yaslayarak, başımda birçok meşalelerle, bir taş kurnanın üstünde, kendimi bir su perisi halinde gördüm. O dakikalarda içim hatıra ve intibalarla, bir fıçı gibi dolup taşıyordu. Gencecik yaşında toprağın altına giren zavallı ablamı, onunla yaşadığınız büyük aşkı düşünüyordum… Derken ablam, o iç açan endamıyla birdenbire karşımda beliriverdi ve beni elimden tutup, bir gökkuşağının altından geçirdi. İlerleyen günlerde bu gökkuşağı daima rüyalarıma girecekti ama ilk defa o sırada ben, gördüğüm hoşluktan büyülenmiş bir halde, unutulmaz bir kaç dakika yaşadım. Nihayet hayalden sıyrılıp başımı kaldırdığımda, kendi hakiki benliğimle karşılaştım. Dünyadan ve kendinden kurtulmuş bir genç kız ile… Başımı sağa sola çevirip odanın kokusuna, kitapların, eşyanın kokusuna, senin siyah saçlarının yastıkta kalmış kokusuna dikkat ettim. Bütün bu karışık kokular arasında, içeride bir leylak kokusu vardı ki, kokuların en baskını ve en şahanesiydi. Derken o kokunun kaynağını çok geçmeden buldum. Dairende teneffüs edilen kokulara daima karışan bir leylak çiçeği kokusu, ablama hediye ettiğin deodoranttan yayılıyordu. ‘İşte benim kokum artık budur!’ diyerek deodorantı çantama koydum ve hemen sokağa fırladım; birkaç saat çarşı dükkân, her yeri gezdim. Aradığıma denk gelemedim çünkü galiba piyasada o deodorant kalmamıştı artık.

Nihayet, tam ümidimi kaybettiğim bir anda senin kokunu Ulus Rüzgârlı’da, yoksul bir dükkânda buluverdim. Yaşlı satıcı bana:

”İlk defa 2000 yılının başlarında, “ dedi, “İstanbul Hadımköy tesislerinde Akatlar Kozmetik tarafından fason olarak üretilmiş ve Alamo Kozmetik tarafından ambalajlanmış. Şu sıralar piyasada bulunmuyor. Fiyatı ucuz ama canlı ve çok hoş kokusuyla, insanın tenine, dokunduğu her yere, doğanın egzotik çiçeklerinin tazeliğini getiriyor. Üstelik de kalıcı.”

Sonra adam beni dükkanın deposuna indirdi. Belki kaçak olarak yapılan bu taklit üründen, elinde bir karton kutu kalmıştı, hepsini satın aldım. Kutunun içinden kırmızı ve pembe renklerde, üzerinde ablamın güzel yüzüne benzeyen, esrarlı bir kadın resmi olan deodorantlar çıktı.

O günlerde bitecek diye ödüm kopuyordu çünkü artık bu kokuyu üstüme sıkmadan bir yere çıkmıyordum. Bazen okul servisiyle çarşıya inerken, bazen de belediye otobüslerinde, karanlık camlara başımı dayayıp, elimde olmadan gene hayaller görmeye başlamıştım. Üstümdeki kokunun mu etkisiydi bu acaba? Akşamları iki otobüs ışıklarda yan yana durunca, başımı çevirir ve diğer otobüste oturan ablamı hayalen görerek, onun yol boyunca benimle aynı sokakları izlediğini düşünürdüm.