Seni ilk gördüğümde on bir yaşındaydım. O sabah okulun bahçesinde bizden yaşça büyük, süpürge saçlı ve pek çirkin bir kız bana tokat attı.
Amma ne tokattı! Suratıma yıldırım düşmüş sandım. Galiba yaşından dolayı, hocalar, küçüklere göz kulak olması için, bu çirkin mahlûku temsilci seçmiş, o da aldığı cesaretle, üstümüzde hâkimiyet kurmak için çabalıyordu.
Boyum boyuna yetişmediğinden, gördüğüm bir bankın üstüne sıçradım ve çirkin suratının ortasına bir yumruk savurup kaçtım. Bahçeden dışarı uğradığımda, yaşadığım stres ve heyecanla, birine çarptığımı fark etmemiştim. Başımı kaldırdığım zaman sırtında asker üniforması olan, harikulâde bir adam gördüm. Bana şefkatle gülümseyerek:
“Seni gördüm, “dedi, “çok cesur bir kızsın. İstersen onu döveyim.”
“Lazım değil, ben gerekeni yaptım. “
Dudaklarımdan çeneme usulca inen, sıcak bir şeyler hissediyordum. Yediğim tokatla patlayan dudağımdan sızan birkaç damla kandı bu. Yakışıklı yedek subay bir çeşmenin önünde durduğumuz için:
“Bırak ta temizleyim, “diyerek cebinden çıkardığı mendille evvela kuru kuru, sonra çıkmadığı için ıslatarak, ağzımın kenarını ovuşturmaya başladı. Boyunu boyuma getirmek için dizlerini kırıp çenemi tutarken, eflatun rengi apoletleri, güneşte parlayıp gözümü alıyordu. Bu iş bitince yanaklarımın kızardığını görerek bana yeniden, ılık ılık gülümsedi. Ancak tebessümü, kendimi iyice bön hissetmeme sebep oldu. ‘O beni duygudan aciz kavgacı bir çocuk sanıyor,’ diye düşündüm, ‘Hissettiklerimi anlasa küçük dilini yutar!’
Şimdi durup bir düşünün bakalım; apoletleri güneşte parlayan asker üniformalı o adam kimdi? Buldunuz mu? Evet sizdiniz…
Fakat bu güzel zaferim bana çok pahalıya mal oldu. O günden sonra okuldaki durumum daha da güçleşti. Çünkü süpürge kız, hemen müdüre gidip hıçkıra hıçkıra ağlayarak, benden nasıl yumruk yediğini anlatmıştı. Ne ise, bunları da geçelim…
Kızların anlamakta güçlük çektikleri şey, benim meşru olarak doğup doğmadığımdı. Bazı, aralarında fısır fısır konuştuklarında, kalbim burkuluyordu; çünkü şüphesiz hepsi de, yasak bir aşkın meyvesi olduğum için, yatılı bir okula gönderildiğimi anlatıyordu. Kendi kendime babamın neden beni oraya bıraktığını, yanında alıkoymamış olduğunu düşünür, boynum bükülürdü. Her neyse, bunları da geçelim…
Seni ikinci defa gördüğüm günü de anlatacağım. Çünkü her şey dün gibi, çok parlak şekilde aklımda yer etmiş. Nedret Teyzenin beni yanına aldığı yıldı bu. Artık on iki yaşındaydım. Bir öğleüstü Bahar Apartmanı’na geldin; yanında ‘Küçük Sevgili Güneşim’ dediğin dünya güzeli Başak ablam da vardı. Teyzem ile birkaç saat oturduktan sonra ikimizi yanına alarak, kırık bir parka götürdün. O ‘kırık parkı’ anımsıyor musun? Nereden anımsayacaksın ki! Ben senin okulda karşıma çıkan yedek subay olduğunu hiç aklımdan çıkarmadığım, yüzünü görür görmez tanıdığım halde, sen ne beni, ne de o karşılaşmayı hiç mi hiç hatırlamamıştın! Çünkü başın, o sevgili başın, bütünüyle Başak ablamın aşkıyla doluydu. Gözlerin kimseyi görmüyordu.
Bendeki duygunun saçma olduğu muhakkak. Amma ne kadar saçma ve manasız görseniz de, genç kız düşlerimin çiçek açtığı bir çağdaydım. Kendimi tartıyordum. Tastamam bir düş hayatı yaşayacağımı, galiba ta o günlerde seziyor, hiçbir sınır tanımadan neler neler düşlüyordum! Diğer cihetten, itiraf etmem gerekir ki, bu göklerde dolaşan halimin ilk farkına varan Yağmur ablam oldu. Onunla, bana sevecen bir alakayla bağlanan bu akıllı kızla, bir kardeşten fazla şeyler paylaşıyor, galiba sana uçuşan hislerimi de belli ediyordum. Gerçekten, karanlık, tozlu bir örümcek ağı gibi, etrafımı kaplayan insanlar içinde, benim kalbimi çözen bir tek o eşsiz kalp sahibi, Yağmur ablamdı.
Evet, ne diyordum? Artık on iki yaşındaydım ama bir tırtıl gibi çirkindim. Kara kuru, sıska bacaklarımla, topal bir leyleğe benziyordum. Amma bu çirkin tırtıl günün birinde, birçok şekillere girip çıktıktan ve çilesini doldurduktan sonra, karşına yeni baştan alacalı ve güzel renkli bir kelebek halinde çıkacak, kalbinin üstünde uçmaya ve duygudan duyguya konmaya başlayacaktı.