Her çağın bir sessizliği vardır; insanın içinden usulca yükselen, ama dış dünyanın gürültüsünde çoğu zaman duyulmayan bir ses…
Dünya dönmeye devam ederken biz, anlamın eşiğinde, kuşkunun kıyısında bekleriz. İçimizde bir şey, sürekli sorular sorar; kolay cevaplara sığmayan bir arayışa sürükler bizi. O arayış, bir ses arar: bağırmayan, iddia etmeyen ama derinliğiyle sarsan bir ses…
Çünkü hakikat, gürültülü kalabalıklarda değil, sessizliğin içinde saklıdır. Ve insan, o sessizlikle baş başa kalabildiği kadar büyür.
Bertrand Russell’ın şu sözü, tam da bu noktada bir pusula gibi çıkar karşımıza: “Dünyanın en büyük sorunu, aptalların özgüvenle, akıllıların ise kuşkuyla dolu olmasıdır.” Kısa, net ama sarsıcı. Çünkü belirsizlik zamanlarında, en çok da yüksek sesle konuşanlara kulak verilir. Ne söylediği değil, ne kadar kendinden emin olduğu önem kazanır. Bu da hakikatin üzerini örten ince bir sis perdesidir.
Kısa vadede güven verir bu sesler. Her şeyi bilen, hiç şüphe etmeyen, tereddüde yer bırakmayan sözlerle sarar bizi. Fakat hakikat, böyle kolay teslim olmaz. O, bir emek işidir. Taş taş örülerek yapılan bir ev gibi... Rüzgârlara karşı dimdik durmak için, sabırla, dikkatle inşa edilmesi gerekir.
Yunus Emre boşuna dememiştir:
> “İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır?”
Yunus, bilgiyi biriktirmekten çok, bilmenin sorumluluğuna işaret eder. Şüphenin, düşünmenin, kendi içine dönmenin kıymetini anlatır. Çünkü gerçekten bilen, şüphe etmeyi bırakmaz. Sorgulamak, inkâr etmek değil; derinleşmektir, kök salmaktır.
Pir Sultan Abdal da şöyle seslenir:
> “Bir ben vardır bende benden içeri.”
İşte o "ben", sadece kendini değil, hayatı, hakikati, adaleti sorgulayan bendir. Gözü dışarıda değil, içe yönelmiştir. Sessizliğe kulak verir, kuşkunun sesini tanır. Ve bilir ki kolay cevaplar değil, doğru sorular büyütür insanı.
Tarih boyunca da böyle olmadı mı? Galileo gökyüzüne bakarken, doğruluğuna yürekten inandığı fikirler uğruna yargılandı. Marie Curie, görünmeyeni görmek için yıllarını verdi. Şüphe ettiler, denediler, sustular ve yeniden başladılar. Bugün bize miras kalan, onların o karanlıkta tuttuğu ışıktır.
Yakın geçmişte de bunu yaşadık. Bir virüs dünyayı durdurduğunda, bilgiyle cehalet arasında incecik bir çizgi vardı. Sosyal medyada herkes uzmandı. Ama asıl güven verenler, “Bilmiyoruz ama öğreniyoruz,” diyebilenlerdi. Sessiz, sabırlı, dikkatli olanlar… Onlar, taş taş örülen o zihinsel evin mimarlarıydı.
Şimdi bize düşen, bu çağın gürültüsünde sakin kalabilmek. Şüpheyi zayıflık değil, arayış olarak görebilmek. Kolay sözlerin cazibesine kapılmadan, temkinli ama tutkulu adımlarla yürümek. Çünkü geleceği yalnızca soranlar, sorgulayanlar, kuşkuyu taşıyabilenler inşa edebilir.
Dilerim ki hepimiz Yunus’un sade bilgeliğini, Pir Sultan’ın derinliğini ve Russell’ın uyarısını içimizde taşıyabiliriz. Dilerim hakikatin taşlı yolundan yürürken sabrı, emeği ve sessizliği elden bırakmayız. Çünkü gerçek evimizi, dışarıda değil, içimizde öreriz.