“(Ey İbrahim!) İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan, yorgun düşmüş develer üstünde gelsinler.” (el-Hacc, 27)
Geçenlerde emekli öğretmenlerin olduğu bir ortamda hac ibadeti için yapılan konuşmalara kulak misafiri oldum. Konuşmalar; Diyanet’in kura sistemindeki yanlışlıklar, fahiş fiyatlar, Suudi Arabistan’ın Türkiye’ye verdiği ilave kotanın nasıl kullandırıldığı ve özel hac ve umre şirketlerinin yaptıkları etrafında geçiyordu. İnsanlardan bazısı sekiz yıldır kur’adan adının çıkmadığını, başvuru yaptığında gücünün kuvvetinin yerinde olduğunu ancak şimdi zayıfladığını beyanla sistemdeki yanlışlığa –kendince-işaret ediyordu. Evet, maddi durumları uygun olmasına, gerekli şartları oluşturup başvuruda bulunmasına rağmen bir türlü umudun gerçekleşmemesi insanların sinirlerini geriyordu. Bir kısmının derdi ise artan maddi külfeti nasıl karşılayacağı ile alakalıydı. Lakin bu zorluklar, hac ibadetinin tatlı neşesi ve telaşesinin hayata nasıl bir ışık tuttuğu hakikati karşısında yok hükmünde idi.
İnsanların hayatta bir defa ifa etmek için varını yoğunu, bütün enerjisini verdiği bir ibadet, layık olmadığımız halde, Rabbimizin bir lütfu olarak bahşedildi; hayatımızın sekiz yılını Kutsal Topraklarda geçirdik… Bu süreçte de her yıl hac ibadetini ifa etmek nasıp oldu. Konu hac olunca ister istemez kendi yaşadıklarımı hatırladım…
1995 yılıydı... Malatya’nın dağ köyündeydim, yalnızdım... Gündüz okulda öğrencilerimleydim lakin okul dağılınca derin bir yalnızlık ve uzun tefekkürlerle dolu gece başlardı...
Okulun lojmanında kalıyordum. Odanın duvarlarının birine büyükçe bir Kâbe fotoğrafı asmıştım diğerine de Esma’ul Hüsna... Bazen Kâbe’nin fotoğrafına dalar giderdim; Rahmana secde eden Müminlerin mahşeri manzarası derin tahayyülelere götürürdü beni...
İslam’ın beş rüknünden biri olan hac ibadeti benim için o vakit uzak bir hayalden ibaretti. Ruhumun safileştiği zaman dilimlerinde bazen içimden " İbrahim'in ve İsmail'in asırları aşan çağrısı- kim bilir Rabbimin lütfuyla- bana da ulaşır ve çok uzaklarda bir aşk olan Beytullah'ın etrafında bembeyaz ihrama bürünüp insan seline karışır ve kulluğa yaraşmayan bütün tasarruflarıma nedametle nasuh bir tövbenin kapısını çalarım..." diye geçirirdim...
İşte öyle bir geceyi yaşarken duygularımdaki coşkunun eseri olarak hacca gidebilmeyi, hatta o kutsal topraklarda yaşayabilmeyi istedim duada. Demek ki ruhumun safiyeti ve huşusu dualarımızı ihlas makamında makbul kılmış ki Cenabı Mevla 2004 yılında haccı mebrur nasip etti.
Rabbim bize -hiç hak etmediğimiz halde- her yıl hac ibadeti yapma nimetini ikram etti..2012’deki haccımız ise adeta nimetin Rabbaniyetini aleni kılar tarzdaydı ki;sabah Cidde'ye geldik, bir gün sonra da Arafat'a çıktık...En kolay ve zahmetsiz haccım son yaptığım hac oldu.
Her hac yolculuğuna çıkışta “acaba teftiş noktasında çevirirler mi?” diye bir endişeyi yaşadık; ama hepsinde de takdiri ilahi aldı götürdü bizi atamız İbrahim’in izinden Beytullah’a, Arafat’a, Müzdelife’ye, oradan da Mina’ya...
Aklım; Mekke Emirliğinin ceza tehditlerinin çok ciddi ve şakaya alınamayacak kadar mühim olduğunu söylerken; kalbim, tasrih olmaksızın haccı eda edenleri yakaladıklarında derhal sınır dışı etme ve on yıl boyunca Suudi Arabistan’a girişten men edilmeyi havi Emirlik kararırın geçmişteki benzerleri gibi önleyici bir tehditten başka bir şey olmadığını fısıldıyordu kulağıma…
Teftiş noktasını geçip Mekke’ye giren her kardeşimin telefonuyla sevinirken, Mekke’ye doksan kilometreden az bir yerde milyonlarca hacının arasına katılmaktan, Arafat vakfesinden, Müzdelife ’de sabahın ilk ışıklarına kadar dua etmekten, Mina çadırlarına dermansız bir vaziyette sığınmaktan, birkaç saatlik uykunun akabinden Cemerata akan insan seline karışıp azgın nefsimizi hedef tahtasına koymaktan mahrum kalma ihtimali ruhumu muazzep ediyordu.
“Beyne’l havf ve’r reca” durağında tevakkuf ederek, çaresizliğimi ve kimsesizliğimi Aziz ve Celil Allah’a arz ediyor; her türlü hayra muhtaç olduğumu merhameti sonsuz Rabbim’e iletiyorum ve şöyle duada bulunuyordum: “Ya Rabbi! Hiç bir zaman duamda beni mahrum bırakmadın; bu sene, bembeyaz insan seliyle Arafat’tan Meş’ari’l Haram’a doğru akmayı nasip et!”
Açılmaz denilen kapılar açılmış, olmaz denilen işler olmuş, geçilmez denilen kontrol noktaları geçilmiş ve İbrahim’in çağrısına, Rahman’ın misafirleri olarak gelmiştik ailemle beraber. Dünyalara değişilmez Arafat’taki af ve mağfiret talepleri, yanık gönüllü Müminlerin yakarışları, bembeyaz amel defteriyle dönebilme ümidi…
Belki haccınızın mebrur olduğunu -bir umudu beslersiniz ama-ölene kadar anlamazsınız; belki hayatınızı hacdan kazandıklarınızla şekillendirir öyle teslim edersiniz emaneti-aslında budur mebrur haccın işareti- belki de Mina çadırında uyurken rüyanızda, gökten uçuşan bembeyaz sayfaları yakalama yarışı yaparsınız da yakaladığınız beyaz kâğıtta kendi isminizi okur, gözyaşlarına boğulur, şükür secdesine kapanırsınız.
İşte İbrahim’in çağrısı böyle karşılık bulur bu fani âlemde.