Fatih bey sayesinde ismini sıkça duyduğumuz ,tabiî güzelliklerini merak ettiğimiz, Kırşehir'in Karadeniz Bölgesi denilebilecek kadar farklı bir iklime ve bitki örtüsüne sahip,alanı küçük,nüfusu az ,kasabadan biraz halllice ama birçok hususiyetiyle mutlaka görülmesi ve havasının solunması istilzam eden Akçakent’i ilk defa görüyorduk çoğumuz.
Tabii çok memnun kalmıştık görüp ,yaşadıklarımızdan.Şahsen ben beklentimin ve tasavvurumun fevkinde bir güzellik ve taaccüple karşılaştım. ..
Yağmur altında, ormanda yürürken 90’lı yıllardan kalan mefkurelerimizi ihya etmeyi ihmal etmedik.Bosna Savaşı’nda işlenen soykırımı protesto etmek maksadıyla yapılan yürüyüşlerde attığımız sloganları güncelleştirerek ve fakat daha gür ,aşkla ve şevkle attık.Ne ABD bıraktık ne de İsrail...Uzun süredir matlaşan dava bilincimizi cilaladık... Tekbirlerle yumuşayan soğuk hava, ormanın derinliğinde dağda kaybolan Kahrolsun İsrail ve Batı emperyalizmi sloganları ile ısındı ...
Gençlik enerjisiyle attığımız sloganlar teoriden pratiğe dökülebilseydi avuç içi kadar bir alanda kurulan Siyonist İsrail, İslam coğrafyasının tam kalbinde mevcudiyetini koruyabilir, Filistin’de bu kadar hoyrat ve rahatça soykırım yapabilir miydi?Elbette hayır.
Kafamda orman yürüyüşü esnasında yaptıklarımız ve bu düşünceler dolaşırken Akçakent ‘in kıvrımlı, inişli,çıkışlı,bazen daralan bazen genişleyen ,tehlikeli ve zorlu yolunda ilerleyen arabamız Mahsenli ‘yi geçip Dulkadirli köyünde bulunan Yeraltı Şehri’nin önünde durdu. Dulkadirli ,uzun yıllar kasaba iken 12 Kasım 2012'de çıkartılıp 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra yürürlüğe giren yasayla köye dönüştürülmüş.
Aynı düzenlemeyle Kırşehir’in birçok kasabasının bundan olumsuz etkilendiğini biliniyor. Bir zamanlar taşımalı eğitimin menfi tesiri olarak köy okulları kapanmış ardından da köyler tamamen boşalmıştı. Kasabaların köye dönüştürülmesi de göçü destekleyen bir karara dönüştüğü için kasabaların çoğu, belediyelik bir belde ilken yapılan belediyecilik hizmetiyle kalmış,çok fazla gelişmemişti.
Fatih bey, Dulkadirli köyünün çoğunlukla Ankara 'ya göç ettiklerinden bahsetti. Bu arada bu sözlerin şahidi gibi yeraltı şehrinin önündeki turist araçlarının çoğunun 06 Ankara plakalı olması zikre değer. Ziyaretçilere rehberlik yapanların bu köyle bağlarının olduğu rahat davranışları ve köyün geçmişiyle alakalı anlattıkları özel bilgilerden anlaşılıyordu...
Dulkadirli 'nin içinden geçen yolun sağına soluna arabalarını parketmiş gezinen insanlara bakarken birazdan yanımızda duran taksinin içinden çıkan gencin "Yeraltı şehrini görmek isteyenler siz miydiniz hocam?" diye Fatih hocaya yönelmesiyle asıl geliş maksadımıza odaklandık.Araçtayken muhtarla konuşmuştuk ; sağolsun ,o da bize yardımcı olmak için görevliyi göndermiş. İsmini unuttuğum görevli, köy ahalisindenmiş. Yeraltı şehrinin anahtarı elinde, biz ardında, uzaktan kale gibi duran yerden 20-25 metre kadar yüksekte olan yekpâre kaya /tepenin arasındaki kapıyı açıp 15 -20 metre kayanın oyuğunda yürüdükten sonra , dört tarafı kapalı, sadece gökyüzüne bakan geniş bir avluya çıktık.
Saat altıyı geçmişti.Mağaranın girişinde kazı esnasında bulunan çanak,testi ve çeşitli yazıt parçaları bir kenarda sergileniyordu. Ortadaki geniş avlunun bir kısmı kazma,kürek ve bel kullanılarak eşilmiş,çıkan toprak ve taşlar el arabasıyla mağaranın dışına taşınmıştı. Görevli gencin anlattığına göre bir arkeleoloğun rehberliğinde beş kişi,tarihi eserlere zarar vermemek için çok titiz ve yavaş bir şekilde çalışıyorlarmış.
Avludan bakıldığında,kayanın küçük odacıklar halinde bölündüğü görülüyordu. Yedi kattan oluştuğu düşünülen yeraltı şehrinin iki katı gün yüzüne çıkarıltılmış,iç tarafı ,kısmen temizlenerek ışıklandırılmıştı...Beş katın yavaş ve dikkatli fakat çok yavaş bir çalışma sonucunda tamamen gün yüzüne çıkarıltılması planlanıyormuş. Elbette arkeolojik kazıda çok hassas ve yavaş ilerlenmesi lazım ancak kaplumbağa hızıyla yürütmenin bir manası olmasa gerek.
Birinci kat odalarını gezerken bütün odalardaki pencerelerin geniş avluya baktığı dikkamizi çekti. Pencereler aynı zamanda havalandırma vazifesi de görüyordu.Yeraltı şehrinin bina edildiği kaya/zemin oyması ve kazıması çok kolay ,toprağımsı bir yapıya sahipti. Bize refakat eden genç, yeraltı şehrinin bir ucunun Yarımkale'ye çıktığını fakat bağlantının henüz bulunamadığını söyledi.
Yeraltı şehrinin yapısına dair kafamızda uçuşan sorular ve cevaplar bazen Mucur Yeraltı şehri bazen de Kayseri Ağırnas'taki yeraltı şehri ile mukayeseye zorluyordu. Taburoğlu köyündeki, ilk köy kilisesi olmasının yanında üç Hristiyan mezhebine mensup dindarların ortak ibadet edebileceği şekilde inşa edilen, Üç Ayak Kilisesi,bir Hristiyan manastırı olduğu değerlendirilen Dulkadirli yeraltı şehri ve Hacıfakılı antik kenti bu bölgedeki önemli bir dini hayata işaret etmektedir.
Orta Roma dönemine dönemine ait 1000 yıldan fazla bir yaşa sahip bu yeraltı şehri de Hz.İsa'ya inanan İsevîlerin şahsında imanın nasıl muharrik bir güç olduğuna olan inancımı bir kez daha teyit etti...İnanan insan için zor veya imkansız hiçbir iş ve ulaşılamayacak bir yer , gerçekleştirilemeyecek bir hedef olmadığına dair bu sessiz vaaza kulak verdim..
Çıkışta dışarıda sadece bir yükselti/tepe gibi duran beşeri yapının ,yedi katının da temizlenerek ziyarete açılması ,şayet varsa ,Yarımkale'ye çıkan kaçış yolunun keşfedilmesi neticesinde tarihsel kıymetinin daha iyi anlaşılacağını düşündüm...
Önümüzde, Taburoğlu köyü arazisi içinde kâin, metruk ve münhedim ,tarihî Üç Ayak Kilisesi kalmıştı. Arabamız ,arpa ve bodur yağlık ayçiçeği tarlalarının arasından yılan gibi kıvrılan yola alışmıştı. Biz de şoförün direksiyonu bir o yöne bir bu yöne kıran manevralarına alışmıştık. Ne olur ne olmaz diyerek navigasyonu açtık. Zira hava kararmaya başlamıştı.
Köyün içinde, navigasyonun talimatlarını takip ettiğimiz ilk denememizde başarısız olunca bir köylüye sormak zorunda kaldık.Köyün dışına çıkaran navigasyon önerisini yanlış saymakla hata yaptığımızı anladık.Tekrar ilk yoldan devam ettik.Köyü arkamızda bırakarak araziye girip biraz yol alınca uzaktaki kiliseyi gördük.
Üç Ayak Kilisesi;Ayasofya Camisi ve Trabzon'daki Küçük Ayasofya 'nın inşa tekniği ve kullanılan malzemelerine kadar ortak özelliklere sahip...Zamanın tekniği ile pişirilen yassı,ince tuğlaların arasına kalınca yerleştirilen Horasan harcının, kilisenin günümüze dek ulaşmasına katkı sağladığı düşünülen tarihi eserin ayakta kalan bölümleri bile bir zamanlar devasa ve çok mühim bir kilise olduğunu anlamaya kafiydi...
Etrafı tel örgüyle çevrilmiş fakat dış kapısı açık olduğu ,yağmur,kar vb. yağışlara ,rüzgar ve güneşe karşı muhafazası olmadığı için sanki bilinçli bir şekilde yıkıma terkedilmiş izlenimi veriyordu. Hz. İsa ve Havarilerin ikonları ve figürleri de kadir -kıymet bilmez nâdânlar tarafından kazınarak yok edilmiş veya başka ülkeye kaçırılmıştı..Tarihi kaynaklar 1938 Akpınar depreminde kubbe kısmının yıkıldığı bilgisini vermektedir.
Bugünden geleceğe bırakacağımız görsel bir delil olarak bol bol fotoğraf çekindikten sonra Hamurlubeşler köyüne doğru hareket ettik.Yolun ortası epey yüksek olduğu, arazi arabasının altı hafif temas ettiği için endişeli bir haleti ruhiye ile Buzluk Dağı’nı sağımızda bırakarak Yeşiloba köyü cihetine döndük. Yeşiloba 'nın kenarları ağaçlarla muhat yolunu geride bırakıp akşam ezanından önce Kırkpınar köyüne vasıl olduk.
Dışarısı kararmaya başlamıştı. Karahıdır köyü üzerinden Yassı Tepe'den Ankara yoluna çıkmayı planlıyorduk...Yol artık bir taksinin gidebileceği yol olmaktan çıkmıştı.Arazideki tarlalar arasındaki yolları aratmayan stabilize yolu ,güç -bela , bitirdiğimizde Köşker ve Tatarilyas köylerinden gelen kısmen düzgün yola kavuştuk.Geçtiğimiz 4x4 ralli yolundan sonra bu yol ,beş şeritli otoban sayılırdı.
Karahıdır köyünün , köyde ve gurbette yaşayan hayırseverlerinin bağışlarıyla beş-on yıl önce inşa edilen görkemli camisinin minarelerinden yayılan göz alıcı yeşil Işıklar ve caminin penceresinden gecenin karanlığını aydınlatan beyaz /sarı ışıkları görünce tarifi imkansız bir huzur tüm benliğimi kapladı.Tepeden kıvrılarak ilerleyen yoldan devam edip caminin önüne ulaştığımızda akşam namazı bitmiş, cemaat dağılmak üzereydi.Bir köşeye oturup Haşr suresinin son ayetlerine kulak verdik.Bu esnada arkadaşlardan bazısı abdest alıp gelmişlerdi.
Akşam namazını cemaatle eda ederken ,enişteleri olduğum için birçoğunu bildiğim,tanıdık bir sima var mı diye bakınırken bir kişiyi daha önce köyde gördüğümü hatırladım .İki kişi bizim kalabalık bir şekilde camiye gelip cemaat halinde namaz kılmamızdan hoşlanıp tanışmak istemişler.İsminin Hasan olduğunu söyleyen köylü kayınbabamın da akrabası oluyormuş.O kadar ısrarla ve gönülden çay ısmarlamak isteyen bu insanları kıramazdık. Birer bardak çay içtikten sonra teşekkür edip helallik istedik .
Aracımız araziye ve karanlığa o kadar alışmıştı ki neredeyse şoförsüz ve lambasız otomatik bir biçimde Kırşehir’e götürecek zannedilebilirdi.Karahıdır - Kırşehir arasındaki 25 km' lik mesafeyi 20 dakikalık yorucu bir yolculuğun hitamında bitirdik.Sabah,dua ederek ve büyük bir merak saikiyle çıktığımız seyahatten sağ -salim dönmemizi bahşeden Allah’a hamd û senada bulunduk.”
Biz;sadece kültürel bir gezi yapalım,yiyip,içelim,eğlenelim,vakit geçirelim diye çıkmadık bu rıhlete...Bütün bunlar zaten bu gezinin doğal mündericatı içinde mevcuttu.Asıl gayemiz olan “Yeryüzünde gezin, görün ,yalancıların/sizden öncekilerin akibeti nasıl olmuş?” emr-i ilahisini ihvanımızla birlikte yaşamaktı asıl gayemiz. Fatih beye verdiğimiz sözü yerine getirme irademizin de tahakkuku buna bağlıydı.
Neticeyi kelam;
maceralarla dolu seferimizden, Rabbimizin lütfu keremiyle girmeyi ümîd ettiğimiz, Firdevs cennetinde yâd edeceğimiz hatıralar biriktirerek döndük evimize.
Hamdolsun...