İsa Yusuf Efendi İstanbul’da Fatih semtinde Fatih Camisi’ne yakın kiralık bir evde ikamet ediyordu.

İsa Efendi sıradan bir insan değildi. O , bir toplum lideriydi. Geleni gideni çok olurdu. Aynı zamanda kalabalık bir ailenin reisi durumundaydı.Tahsil gören çocukları vardı. İstanbul gibi pahalı biri şehirde yaşamak kolay değildi.Geçim sıkıntısı içinde olduğu aşikardı.

İsa Efendi’nin evinin ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük içinde olduğunu düşünen bir yakın dostu ona, “Biraz bu dernek işlerini durdur.Sana bir iş bulalım. Biraz da çoluk çocuk işleriyle ilgilen.” gibi bir teklifte bulunur.

O günlerde İsa Efendi, Doğu Türkistan Derneği’nin başkanı olarak dernek işleriyle ilgileniyordu. Hem de kesintisiz her gün olmak üzere. Uygur dramıyla ilgili gazetelere mülakatlar veriyor. Gerek İstanbul’da gerekse İstanbul dışında Uygur dramıyla ilgili konferanslara gidiyor. Gecesini gündüzüne katarak takip ettiği bu işlerin hiçbir getirisi yok! Bilakis götürüsü var! Benim de çok yakından tanıdığım müşterek dostumuz Mehmet Bey’in teklifi İsa Efendi’nin mali sıkıntısını kısmen de olsa ortadan kaldırmak, , onu biraz rahatlatmak için yapılıyor tabii ki!

Arkadaşının bu iş teklifi İsa Efendi’yi uzun süre derin düşüncelere sevk ediyor.

Sonra, sıkıntılı bir bekleyiş. Mehmet Bey, “acaba yanlış bir söz mü söyledim? diye endişe ederken İsa Efendi derin düşüncelere dalmış durumda. Epeyce bir sükunetten sonra kızarmış bir yüz ifadesiyle üzüntülü bir şekilde kalkıp gidiyor.

Bundan sonrasını Mehmet Ağabey şöyle anlatmıştı:

Gece geç vakit Mehmet Bey’in evine ulaşan İsa Efendi, “ Size bazı şeyleri anlatmadan uyuyamadım.Bazı şeyler var ki mutlaka anlatmam gerek! Bu duygularımı size anlatmaz isem kime anlatabilirim ki!” demiş.

Bir süre sustuktan sonra İsa Efendi yaşlı gözlerle tekrar sözlerine başlayarak şöyle demiş:

Mehmet Bey, Çin zulmünden kurtulmak için hicret etmeye karar verdik.Kısa sürede gruplar halinde toplanarak hür dünyaya, tabii öncelikle Türkiye’ye sığınmak için yola çıktık.Mehmet Bey’ciğim, günlerce süren çetin bir yolculuktan sonra Hindistan sınırına yaklaştığımız zaman kafilenin neredeyse yarısını yollarda bıraktık.Nice insanımız Taklamakan çölünde sıcaktan veya susuzluktan öldüler.Nice insanımızı Himalayalar’da soğuktan kaybettik. Himalayalar'da eksi kırk, elli derece soğukta, çoluk çocuk, kadın erkek,nice insanımızın burunları, parmakları kulakları dondu, bisküvi gibi kırılıp düştü!

Yüzlerce akarsudan geçtik.Kafilemiz çoğu zaman çocuklarımızın açlık feryatları ile ilerlerdi. Sarp yerlerden geçerken ayakları kırılan atlarımız oluyordu.Atın sahibi, atını terk ederken kendisi için en zaruri taşıyabileceği kadar eşyalarını aldığı zaman terk edildiğini hisseden atın nasıl göz yaşı döktüğü anları gördüm!

Aç kaldığımız zaman kestiğimiz atın etini yedik. Himalaya’nın zirvelerinde atları besleyebileceğimiz hiçbir yeşillik olmadığından aç kalan atlara da at eti verdik.Yiyen atlar yaşadı, yemeyen atlar açlıktan öldü.

Mehmet Bey’ciğim , düşe kalka bin bir elemle, çileyle Hindistan Hududuna yaklaştığımız sırada kafilemizden bir delikanlı koşarak geldi. Kafilenin arkasından yola çıkan Çin kuvvetlerinin bize çok yaklaştığını söyledi. Bizim hicret ettiğimizi geç fark eden Çin askeri kuvvetleri peşimizden yola çıkmışlar. Bize bir hayli yaklaşmış durumdaydılar. Alınan bilgiye göre aramızda iki, belki üç saatlik bir mesafe vardı.