Ülkemizde şehirleşme anlayışı uzun süredir getirim odaklı bir çizgide ilerliyor.

Ne yazık ki bu anlayış, şehirlerimizi yaşanabilir olmaktan uzaklaştırdı. Türkiye’de şehir planlaması uygulamaları, hem Batı'nın hem de Doğu’nun oldukça gerisinde kalmış durumda.
Batılı ülkelerde yüz yıllık şehir planları yapılırken bizde her beş yılda bir yeni plan yapılıyor.
Çünkü her gelen belediye başkanı ve ekibi, planı rantla birlikte düşünmeye başlıyor.
Planlar, gelir kapısı olarak görülüyor.
Oysa Anadolu’nun en güzel şehirleri zamanında tarih, doğa ve kültürle iç içe uyum içinde kurulmuştu.
Bugün ise bu şehirler çarpık yapılaşmanın, kontrolsüz büyümenin ve betona boğulmuş görüntülerin esiri oldu.
Yüksek yapılar, dar sokaklar, yok denecek kadar az sosyal alanlar, çocuk oyun alanlarının eksikliği...
İnsanlar araçları için parkta yer bulabilmek için adeta kavga ediyor.
Kent estetiği yok, şehir ruhu yok.
Sırt sırta, dip dibe kondurulmuş beton bloklar...
Bu yapılaşmaya ruhsat veren kim?
Elbette seçilmiş belediye ekipleri.
Ancak bu ekiplerin ne bilgiye ne de ahlaki sorumluluğa dayalı bir hizmet anlayışı var.
Gelen başkanın ekibi “örnek şehir” yaratmak için değil, daha fazla “getirim” için göreve geliyor.
Gidenle gelen arasında fark yok, sistem aynen sürüp gidiyor.
Her beş yılda bir kaldırım taşları değişiyor, asfalt yenileniyor, orta refüjlere çiçekler dikiliyor.
Ancak alt yapıya kimse dokunmuyor.
Alt yapıyı gören yok; sadece üzeri kapatılıyor, sorun çıktıkça geçici çözümlerle yama yapılıyor.
Bugün yaşadığımız şehirler de bu çarpıklıklardan nasibini almış durumda. Ana caddelerden ara sokaklara kadar her yerde izdiham, düzensizlik ve beton yığını görmek mümkün.
Yeni yapılan binalar hâlâ küçük, plansız parsellerde yükseliyor.
Ne park var ne oyun alanı.
Sadece gösterişsiz, ruhsuz ve güvenlikten yoksun binalar yükseliyor.
Bu durum sadece seçilmişlerin değil, atamayla göreve gelenlerin de sorumluluğudur.
Bilgi ve ahlak sahibi bir yöneticinin, atanmış ya da seçilmiş olması fark etmeksizin görev yaptığı yere saygı göstermesi gerekir.
Ancak Türkiye’de siyaset eliyle şekillenen belediyecilik anlayışı, kenti değil rantı önceleyen bir yapı oluşturdu.
Dünyada aynı çimento, aynı tuğla, aynı demirle adeta bir sanat eseri gibi şehirler inşa edilirken, biz siyasi çıkarların pençesinde çirkin, çarpık ve güvensiz şehirler yaratıyoruz.
Toplumda ahlaki değerler değil, çıkar ilişkileri ön planda.
Çıkarın olduğu yerde belediyecilik değil, fırsatçılık gelişiyor.
Burada bir siyasi parti ayrımı yapmıyorum.
Tüm partiler aynı sistemin parçası hâline gelmiş durumda.
“dürüst yönetim ” adıyla gelenler dahi ceplerini ve çevrelerini dönüştürmekle meşgul.
Şehirlerimiz insanın huzur ve güvenle yaşayacağı yerler değil; sadece daha fazla kazanç için inşa edilen yapılara dönüştü.
Sonuç olarak, sistemin çarkları öyle işliyor ki ahlaklıyım, dürüstüm diyenleri bile kenedine benzetiyor.
Türkiye, siyasi belediyecilik anlayışıyla yalnızca çağın gerisinde kalmadı; aynı zamanda geleceğini de riske attı.
İmar rantı, belediyeler ve seçilmişler için öyle cazip hâle geldi ki, bu alanda bilinçli bir şekilde açgözlülüğü teşvik eden bir sistem oluştu.
Bugün geldiğimiz noktada, hem fiziksel hem toplumsal açıdan tehlikeli bir şehirleşme anlayışıyla karşı karşıyayız.
Bu gidişat, sadece kentleri değil, toplumun geleceğini de tehdit ediyor.