Anı Defteri-8

( Bukleli saçları hafifçe kızıl, dalgalı ve adeta ipek gibi yumuşak idi. Baktığı zaman melankolik tarzda insanı kendine hapseden, iri ela gözleri vardı.)

Evet, vakit kaybetmeden tabloda gördüğüm kıza ve ablama benzemek için elimden geleni yaptım. Kendimi kandırıyor, bu gayretlerin yegâne gayesinin, sana yardım etmek ve iyileştirmek olduğunu söylüyordum ama galiba, kalbini ele geçirmekle, kendi nefsim için de önemli bir pay ayırmıştım. Bir gün de eski bilgisayarında, üniversitedeki bir gençlik festivalinde kaydedilmiş görüntülere rast geldim. O zaman az kalsın heyecanımdan yere düşecektim. Çünkü ablamı bütün güzelliği ve asaletiyle karşımda bulmuştum. Ablam artık sadece bir resim değildi. Modelim ekrandan bana bakıp gülümsüyordu. O gün kızın hallerine, edasına, yürüyüşüne, gülüşüne, her şeyine bakarak, biraz alıştırma yaptıktan sonra, ertesi günden itibaren baştan ayağa kendimi değiştirdim. Ablamın kelimelerini kullanıyor, jest ve mimiklerimi bile onunkine uydurarak her halini taklit ediyordum. Belki fark ettin belki etmedin ama saçlarımı onun ki gibi kızıla boyattım ve kılık kıyafetimden takılarıma kadar her şeyimi, bu zavallı kızın dairendeki kişisel eşyalarından meydana getirdim. Böylece bende yeni kuvvetlerin doğduğuna inanıyordum. Fakat garip değil mi? Bana karşı herkesten daha fazla sempati besleyen Yağmur bile, bendeki bu değişikliğin bana çok yakıştığını itiraf etmek istemedi. Hatta etrafımdaki herkes gibi yadırgayıp demode olduğunu söyledi. Okuldaki arkadaşlarımın berbat ve sabit bir karakteri vardı. Onları umursamıyordum, çünkü zamana uygun olmayan her şeyi, anlasın anlamasın, reddetmekte bir mahzur görmezlerdi. Fakat ne yazık ki daima yeni çıkan şeyleri beğenen, reklamlardan etkilenen bu dar bir muhit içinde büyümüş, uyuşuk, son derece cahil kızların diline düşmüştüm. Oysa benim içimde yanan yeni bir ihtiras vardı; ve içlerinde zavallı bir ot gibi yaşadığım o kızlardan artık çok başkaydım. Bazıları beni geçmiş asrın romanlarındaki kadın tipine, eski devirlerin genç kızlarına benzetir, bazıları da, bir on yirmi sene öncesini çağrıştıran, Vintage denilen bir tarzım olduğunu söylerdi. Bu tarz, bir vakitler kullanılması moda olan ve günümüze kalmış kıyafet ve aksesuarlardan oluşturulduğu için, benim her şeyim sizin ablamla yaşadığınız senelerde olduğu gibiydi. Ayakkabılarım onun bir dolaptan çıkan siyah ve krem rengi, düşük tabanlı ayakkabılardı. Beyaz şişme montum da aynı dolaptan çıkmış, hatta birkaç yelek ve boyunlu mavi-siyah kazaklarımda… Lakin hepsi ama hepsi tam bedenime ve ayaklarıma göreydiler. Hafif kızıla boyattığım saçlarım şipşirin mavi tokalarla tutturulmuştu. O halimle karşına çıkacağım zamanlarda nasıl da heyecanlanıyordum! Çünkü ablama tıpatıp benzeyen bu halimle sen beni çok beğeniyor, böyle daima sürprizlerle karşına çıkmamdan hoşlanıyordun. Ben de gözlerimi yumsam kendimi sevgili güneşin sanacaktım zaten! Anlıyor musun, neredeyse senin yüzünden moda dünyasını allak bullak edecektim! Şaka, şaka… Ne var ki hala arkadaşlarım, özellikle de Yağmur, beni gayet acı bir dille eleştirmekte devam ediyordu.

Ölen sevgilin artık senin için yeniden doğmuştu, bu yüzden mutluydun. Fotoğraflarına baktığında bile bizi birbirimizden ayıramıyordun. Çünkü ben ablamın ikizi gibiydim. Hem sadece bedenen değil, ruhen de… Büyükannenin dairesindeki fotoğraflarda sana gülümseyenin, ben değil de ablam olduğunu şimdi anladın mı? Bukleli saçları hafifçe kızıl, dalgalı ve adeta ipek gibi yumuşak idi. Baktığı zaman melankolik tarzda insanı kendine hapseden, iri ela gözleri vardı. Buğday tenine biraz ılık, biraz da elemli bir ifade veren, genelde yeşil kıyafetler ve krem rengi düşük tabanlı ayakkabılar giyer, çocuk gözyaşları gibi hüzünsü ve devamsız, sık sık ağlayabilirdi. Nasıl? Onu iyice tarif edebildim mi? Aslında ablam ile poz verdiğiniz, birlikte çekilmiş fotoğraflarınız da vardı bende ama bunları aralarından çıkarıp saklamıştım çünkü ikimizi ayırıp ayıramadığını deneyip görmek istiyordum. Korkarım ki hiç ayıramadın. Hâlbuki taparcasına sevdiğin ablam ile olan bu fiziki benzerliğim, yüreğimde öyle bir şey vardı ki, zannedersem kaderimi de onunkine benzetecekti… Nihayet öyle oldu zaten…

Evet, sevgilim! Belki ilk başlarda ılık bir hava, tatlı bir rüzgâr gibiydin, ruhumu okşayıp geçiyordun. Ama sonrasında bir fırtınaya döndün! Bana mutluluk kadar eziyet de çektiren bu aşk, bir fırtına gibi başımda esmeye başlayınca yerle bir oldum, dağıldım ama aynı zamanda da özgürleştim… Lakin bütün bu macerada bir şeyi, evet yalnız tek bir şeyi hiç anlayamadım: Belleğinde onun anısı kalmadığı halde, nasıl oluyordu da hala, onu sevebiliyordun! Çünkü özlüyordun; hem de pek çok… Peki ama sevgilim, hatırlamayan nasıl özlerdi? Söyler misin, güneşi hatırlamadığında bile, onu nasıl özleyebiliyordun?

Günün birinde, kendimi yormaya lüzum kalmaksızın, içine düştüğüm durumu apansız gördüm. Ya da gördüğümü sandım. Hakikaten sırrımı bilmek, onu anlamak istiyor musun? Peki bir gün servis araçlarının önünde, biraz yatık duran iki çam ağacının gölgesinde beklerken, neden seni önce güneşe çıplak gözle baktırdım da, sonrasında güneşe arkanı dönmeni istedim, sorguladın mı hiç bunu? Güneşe çıplak gözle bakıp da, her şeyin usulca karardığını fark ettiğim esnada, anımsıyor musun, hüzünlendim, gözlerimde bir buğu titredi… Üstelik senin gözlerinde de, örülmüş güzel saçlarıyla duran ablamı görmüştüm. Sonra ‘güneşe arkanı dön’ ve artık onu değil, biraz da beni gör diye ikaz ettim. Galiba hareketlerimde, anlamadığı işe burnunu sokan çocukların gülünç beceriksizliği vardı. Bazen düşünüyordum da, bu benim seni sevişim, kendi nefsime karşı işlediğim af olunmaz bir günah değil de başka nedir ki?

Çünkü, galiba ben aranızda duruyordum. Budalaca bir sevgiydi bu! Gelgelelim zaten seven kadın, az çok budala değil midir? Oysa, bendeki öyle bir budalalıktı ki, artık sana, seni görüp sevmeden önceki hallerimle görünmekten bile korkuyordum! Aslında kadınlar böyle tehlikeleri bilirler; ben de biliyordum. Çünkü sevgili ablamın yerini alarak, bütün kendi haklarımdan vaz geçmem gerektiğini, bir karanlığa sürüklendiğimi anlıyordum. Peki ama ablamın kalbini, başka türlü nasıl bir miktar daha yaşatabilirdim? Söyler misin, nasıl olacaktı bu?

İyi bilin ki şu zavallı kız, hiçbir zaman yüreğindeki bir ölüye dönüşmek, ona dayanarak yaşamak arzusunda olmadı. Çünkü bu sevmek değil de daha ziyade, ateşle oynamak gibi bir şey olurdu.

İlk birkaç hafta bocaladım, aramıza bir boşluk girmiş gibiydi. Bu süre zarfında sana gözükmemek için ortalıktan kayboldum. Zaten biriyle nişanlanmak mecburiyetinde kalışım, kalbini allak bullak etmişti. Günlerden bir gün geceleyin, gene rüyamda gökkuşağını gördüm ve bu defa yeşil bir renk benimle konuştu ve ‘acının içindeki tatlıyı keşfet!’ dedi. O zaman bunun ablamın bana seslenişi olduğundan kuşkum kalmadı. Hava kararana dek oturdum ve Mevlana’nın yedi öğüdü bulunan Mecalis-i Seb’a isimli kitaptan ve başka kaynaklardan istifade ederek, pek çok çizimler, resimler, diyagramlar yaptım ve nihayet bir tablo meydana getirdim. Bu tablo rüyalarımda benimle konuşan şahıslara verdiğim renklerden ve yedi aylık beraberliğimiz boyunca Mevlana Hazretlerinin yedi öğüdünden yola çıkarak oluşturduğum bir çizim idi. Çünkü yedi rakamının bana yol gösterdiğini keşfetmiştim. Her ne ise… O günün akşamında sizin kederli şarkılarınızı, sizin dairenizde bulduğum bir kasette dinledikten sonra, beni ele geçiren üzüntüyü ve kederi de sevmem gerektiğini anladım. Ve ancak işte bu şekilde, acının içindeki tatlıyı ve bendeki güneşi görebildim… Sevgili güneşin artık yüreğimdeydi, şarkılardaydı, orada öylece durup, ikimizi birden ısıtıyordu…