Orada kızgın bir hoca, “haydar” ismini verdiği bir sopayla beni sabah akşam döverdi. Pek şiddetli vurmazdı, sanırım amacı beni korkutup uslandırmaktı. Ancak genelde parmak uçlarımda şaklayan bu “haydar”, bazen de yolunu şaşırıp başıma indiği zaman, gözümün önünde sinekler gibi küçük yıldızlar uçuşurdu. Bir gün kimsecikler yokken gizlice sınıfa girip o sopayı dikkatle inceledim ve gördüm ki, hakikaten üstünde, ‘Haydar,’ devamında da, ‘sıkıysa kaytar!’ yazıyor! İşte bahsettiğim o günlerde, sanki beni leylekler dünyaya getirmiş gibi, garip bir kimsesizlik duygusuyla yaşıyordum.
Hatıramın bazı erişemediği noktalarda işittiklerimle yetineceğim. Dendiğine göre annem beni doğururken ölmüş ve beş yaşıma kadar, halamla birlikte, babamın gözetiminde kalmışım. Halamı ben uzak bir kuzen gibi donuk, sert bir çehre halinde anımsarım. Kalbinin bir parçası, öteki âleme göçmüş gibi, o âlemden hiç ayrılmayan bu yaşlı kız, daima yaslı, akmayan bir su gibi sakin dururdu. Nedense bir gün aniden ölüverince duyduğum his, onda gördüğüm yas denilen şeye pek benzemiyordu. İşte bundan sonra babam beni genelde mülteci (sığınmacı) çocuklarının bırakıldığı, bahsettiğim yatılı okula vermek zorunda kaldığını söyler. Aslında orada, ben yaşta bir çocuğun sahip olabileceği her şeye sahiptim. Babam sık sık ziyaretime gelir, geldiğinde de bir sürü küçük küçük hediyeler getirirdi. Bunlar genelde, hocaların da pek hoşuna giden kurabiye ve çikolata cinsinden hediyeler olduğu için, birkaç gün başımı rahat bırakırlardı. Çünkü ne bilgiden, ne incelikten nasibi olmayan bu rahibe suratlı, geçkin kızlardan gözüm yılmıştı; pek tabii onlar bana kafayı taktıkları için, ben de onlardan hoşlanmıyordum. Ancak ziyaretlerin sonrası pek güzel geçiyordu; okuldaki kızlar beni aralarına alıp pervaneler gibi etrafımda döner, oramı buramı çekiştirip, babamın getirdiği pırıl pırıl kıyafetleri incelerdi. Mesut muydum değil miydim, pek aklımda kalmamış ama, galiba iç sıkıntısından ölüp gitmiyordum. Eşya ve kelimelere henüz kendimce bir mana verebilecek yaşta değildim çünkü. Ancak öte yandan, kelimelerle anlatılmaz olanı iyi biliyordum.
Çocuklar, çocukça hazlarına yetişkinlerden biraz daha dayanıksız oluyorlar; hazzı herkesle paylaşmak istemedikleri gibi, bazı defalar, ne pahasına olursa olsun, hazzı yaratan nesneleri saklayabiliyorlar. Ben de özellikle babamın getirdiği hediyelerden sonsuz bir sevinç duyar, ondan gelen şeyleri paylaşmaktan hoşlanmazdım. Yatakhanenin türlü köşelerinde benim gizlenmiş eşyalarım bulunurdu. Böyle olunca, hocalar beni yanına çağırdığı vakit ya dayak yiyeceğimi, ya da bir kutu kurabiyenin gideceğini anlayarak pek canım sıkılırdı. Çünkü kıyafetleri hadi geçelim, kurabiyelerle çikolatalar bile gözümde adeta kutsal şeylerdi.
Babamın bana birinin vasıtasıyla gönderdiği ayakkabılardan sonuncusunu giydiğim günü hiç unutamıyorum. Sisli bir kış akşamıydı; hafif kar atıştırırken renksiz bir gökte kuşlar mutsuz mutsuz uçuyorlardı. O gün müdüre hanım yanına çağırıp babamın ölüm haberini de verdi. Başımı önüme eğip pırıl pırıl yanan ayakkabılarıma baktığımı anımsıyorum. Bundan başka bir şey de anımsamak istemiyorum. Kuşkusuz bahsettiğim hatıranın etkisiyle, yeni alınmış ayakkabılar ben de daima bir üzüntü doğurur.
Ondan sonra pek bedbaht günlerim oldu. Bazı geceler hafakanlar içinde uyanır, korkuyla açılan gözlerimi gökyüzüne diker, karanlık yatakhanenin içinde, babamın tütün kokulu kucağını arardım. Kaç defalar cezaya uğrayıp, okulun yemekhanesinde, yağlı masaları, zift kokulu yerleri sildim, soğuk havada ellerim üşüye üşüye, kirli tabakları taşıdım. Küçücük yaşımda çilelerin her türlüsünü çekmeye başlamıştım. Babam bana yeni elbiseler getirmeyince artık pek biçimsiz kıyafetlerle, daima kir pas içinde dolaşıyordum. Arkadaşlarım yoksuldu, mülteci oldukları için yatılı bir okulda kalıyorlardı; lakin ben kimsesizdim. Babamın himayesinden mahrum kalınca bazı hocalar bana pek fena muamele etmeye başladılar. Bunda dik başlılığımın, söz dinlemez haylaz bir çocuk oluşumun da etkisi vardı muhakkak.
Bir sonbahar akşamı okula başörtülü bir kadın gelip beni görmek istedi. Beraberinde tıpkı babam gibi, bir sürü hediye paketleri de getirmişti. İsminin Nedret olduğunu söyleyen bu kadın, uzaklardan gelmiş, benim pek bilmediğim teyzem idi. Lakin onun gelişiyle birlikte talihimle dövüşmekten kurtuldum ve hazin çocukluk devrem, adeta çehre değiştirmiş oldu. Şefkatin, babamdan sonra en derin köklerini bağlayacağım insan oydu gerçekten de. Zamanla ziyaretlerine o kadar alışmıştım ki, bazen onu sahici annem olarak hayal ederdim. İlk saç tokalarımı bana o aldı. Yaş günümde ilk defa bir pastanede çikolatalı pasta yedik. Sokaktaki ürkek kedileri ellerimizle besledik. Genellikle okuldan müsaade isteyip, beni yukarı mahalle dediğimiz yoksul bir semte götürüyordu. Orada küçük, şipşirin bir çay evinde oturup ıhlamur içer, kitaplardan ve başka bilmem nelerden konuşurduk. Üstelik bu güzel sohbetler romanlara ilgi duymama yol açtı. Teyzem, bazen sözlerinin arasında, babamın adı geçtiği zaman, bilmiyorum neden, zihnine bir hayal takılmış gibi, gözleri dalıyordu. Babamın roman yazdığını bilmiyor değildim ama hiç basılı bir kitabını görmemiştim. Nedret teyzem bana onun en güzel romanlarını alıp getirdi. O zaman yaşıma göre biraz ağır olan bu kitapları, gece yatakhanede, gözlerim pencereden sızan ışıklarla küçüle küçüle, yutar gibi okuduğumu anımsıyorum. Bellek torbamın içine ne bulursam atıyor, elden geldiğince çabuk büyümek istiyordum. O gittikten sonra kızlar gene kırlangıçlar gibi etrafımda döner, gülüşür, oynaşır ve bana ne getirdiğini sorarlardı. Nedret Teyzem babam gibi hazır alınmış değil, kendi elceğiziyle yaptığı kurabiyeleri getiriyordu.
Evet yaramaz bir öğrenciydim ama derslerim gayet iyiydi. Üst üste iki dönem takdirname almıştım. Bunları gören zavallı kadın sevinç gözyaşları döktü. Zaten okul bitince de beni evlatlık olarak yanına aldı. Bundan sonra onun kızı Yağmur ile, bir papatyanın ki kadar süssüz ve sakin bir hayatın içinde, birbirine şefkatle sarılan iki kardeş olduk. Kuzenimle olan bu hayatım, galiba bir başka roman olur, yaşadıklarımızı, olanları burada anlatmaya imkân bulunmaz.